O AN…


‘O an’ bir yön tabelasıdır. ‘O an’ın içinde çözülür ve bir başka ‘an’ın farkındalığına doğru ilerleriz…

Asla ve daima arasında gidip geldiğin o kısacık an…

Sağlam bir ‘boş ver’in ruhunu kanatlandırdığı o an…

Fedakarlık denilen şeyin bazen sadece susmak olduğunu anladığın o an…

İçten bir gülümsemenin, fiziksel güzellikten daha cezbedici olduğunu anladığın o an…

Hiç bir yemeğin anne çorbası kadar iyileştirici olmadığını anladığın o an…

Bir bıçağın, düğümü çözmek için değil düğümü kesmek için eline tutuşturulduğunu anladığın o an..

Yanında iyi hissettirmeyen insanların, ‘ne yapayım ben böyleyim’ demesine artık aldırmadığın ve çekip gittiğin o an…

Kahkahalarının arkadaşlarınla, gözyaşlarınınsa sadece yanağınla buluşması gerektiğini anladığın o an…

Ne istediğini bilmeyen insanlar için bir şey yapamayacağını anladığın o an…

Cami avlusuna çelenk gönderenlerin, merhumun bahçesini yaşarken nasıl talan ettiklerini hatırlayıverdiğin o an..

Bir insanı olduğu gibi sevmenin ne büyük bir kabulleniş olduğunu anladığın o an…

Zamanın göreceli olduğunu, bir çift bakışın içine sonsuzluğu sığdırıverdiğinde anladığın o an…

Yıllar sonra bir ismin, onu bir zamanlar nasıl sevdiğini değil de, seni nasıl üzdüğünü hatırlattığı o an…

Derinlikli zannettiğin insanların, kıyına vuran bir kaç köpük olduğunu anladığın o an…

Hayatın, başına gelen olaylara verdiğin tepkilerle şekillendiğini anladığın o an…

Sevdiklerini kaybetmeden önce değerini bildiğine sevindiğin o an…

Uzun bekleyişlerin her zaman sıcak kucaklaşmaları hak etmediğini anladığın o an…

Vicdanın paradan daha güçlü bir yapıştırıcı olduğunu anladığın o an…

Parasızlığı, utanılacak bir zenginliğe yeğleyebileceğini anladığın o an…

‘Yok artık’ dediğin şeylerin yoktan da öte olduğunu anladığın o an…

‘Güzel insan’ dediğin insanların acılardan, mücadelelerden, kayıplardan nasıl sağ çıktığını anladığın o an…

Unutmaya kıyamadığın insanların kendilerini unutturacak sebeplerle karşına çıktığı o an…

Her şeyin farkında olduğun ama kendini kandırmaktan alıkoyamadığın o an…

Dürüstlüğü ve samimiyeti öne sürerek kaba saba eleştirileriyle ruhunu zedeleyenleri bir kenara ittiğin o an…

En büyük yaraların, en güvendiğin insanlar tarafından açıldığını anladığın o an…

Çok sevmenin çok yara açabildiği gibi, o yaraları iyileştirecek güce de sahip olduğunu anladığın o an…

Sen ‘nasıl kırmadan dökmeden anlatabilirim’in derdinde debelenirken, karşındakinin anlamaya niyetinin olmadığını anladığın o an…

Her şeyi konuşmanın, yazmanın, ortaya dökmenin, anlaşılmaya yetmediğini anladığın o an…

Duyguların bir pazarlık unsuru olmadığını, gidene ‘gitme’ gelene ‘gelme’ denmeyeceğini anladığın o an…

Öğrendikçe özgürleştiğin o yerin aslında ‘unutmak’ olduğunu anladığın o an…

Unuttuklarının aslında affettiklerin olduğunu anladığın o an…

Bazen kısacık bir şiirin, bir olayı kavramakta ne kadar etkili olduğunu anladığın o an…

Yaşamanın o devasa denizinde hayatta kalmaya çırpınırken, egonun sefil dehlizlerinde şımarıkça kaybolanları seyrettiğin o an…

Bazen oluruna bırakmak yerine, sağına soluna baktığın, zihnini bulandırdığın ve aslında nasıl da gereksiz kasmışım dediğin o an..

Aklının almadığı, yüreğinin kaldıramadığı o yere ‘kader’ dediğin, ‘kısmet’ dediğin, ‘enerji’ dediğin o an…

Hayatın bir okul, başına gelen olaylarınsa mezuniyete giden yolda sınavlar silsilesi olduğunu,

her insanın sana bir ders vermeye geldiği gibi, kimine de senin ders olarak gittiğini anladığın o an…

Ve bütüüüüün bunların, ancak ve ancak kendi iç sesine kulak verdiğinde kavranabileceğini anladığın o an…

büyürsün…

artık hiç bir şey eskisi gibi olmaz…

Sibel BENGÜ

Yorum bırakın