ZAMAN ÖĞRETİR…

Çünkü zaman tartar sevgiyi de

kurşun gibi

ağır…

merhameti ve adanmışlığı

bir sözün gücünü

bir hayalin izini

harcadığın enerjiyi

uğruna coştuğun ilgiyi

ruhuna kattığın bilgiyi

kaybolduğun yolu

kaçırdığın treni…

çünkü zaman tartar anıları,

canlı tutar acıyı,

sen anla diye sevginin kıymetini..

yenilgiyi… vaz geçmişliği…

haklıyı ve haksızı tartar

değerli ve değersizi

bulduğun ve kaybettiğin şeyleri..

büyük bir boşluk duygusuyla

içine attığın çalı çırpıyı bile..

o araladığın perde, sığındığın oda,

bilendiğin yalnızlık…

o bir yol, kavşak, anlam, şiir…

yontar durur

anla diye sen;

bitirmek istemediğinin zaten bitmiş olduğunu,

şimdinin tam da burada yeniden doğduğunu…

Biz;

neyi unutup neyi hatırladığımızla

yakınlaşırız birbirimize..

Benim unuttuğumu sen hatırlarsın,

senin unuttuğunu ben hatırlarım.

Ancak hafızalarımızın kesiştiği yerde

bütünleriz birbirimizi..

sen zamana kafa tutamazsın

bunun için çok fazla insansın…

ama o tutar…

dalgınlığını… kırgınlığını…

ortaya saçılan ahların,

hafif kinayeli devrik cümlelerle

buzlu bardağa sızışını…

başını döndüren şarkıları..

barbunya pilakiye eşlik eden gönül sızını

bandıra bandıra mideye gönderdiğin iç burukluğunu

olmayanı oldurmaya çalışan sonsuz sabrını…

yine o indirir yumruğu masaya…

çünkü o; adını koyamadığın, sahip çıkamadığın her şeyin sonsuz adı …

O bulmak adına yitirdiğin anlamın ta kendisi..

Biz; dünyanın biçare varlıkları..

sayıklar dururuz onun bunun adaletini..

gel gör ki

yine zaman öğretir

seçimlerimizin bedelini

onun olmadığı yerde ödediğimizi…

Sibel BENGÜ

SUSMAK TARLASINDAN YÜZMEK DENİZİNE…

Çatıların üzerinden kıvrılarak pencereye uzanıyordu gece…

Ayın küllü gri ışığı perdenin arasından süzüldü

ve gözlerimin ferine usulca yerleşti..

ne müthiş bir irkilme …

Tam bu uyku ve uyanıklığın tuhaf aralığında

derinden fışkıran bir gitme isteğiyle doğdu gün…

Asırlar süren o bir kaç saniyelik iç çekmede…

O büyük gecede

saklanmış bir ses

tamamlanmamış bir söz

kim bilir nasıl yorulmuş bir umut

kim bilir nasıl yontulmuş bir cesaret vardı…

Kavuşmaya sabırlı bir niyetin

tuzuyla karşılık bulmuş satırlarında

özlem yerini çok derin unutuşlara bıraktı.

Başka renklerin, başka sözlerin, başka şarkıların nefesine …

O büyük iç çekme,

buruşturulmuş bir zaman haritasında

sapsarı bir susmak tarlasıdır…

İçinde çok tuz, çok gözyaşı barındıran rüyaların

nihayet bulduğu yer işte tam da orasıdır.

Sevmek, sevmeyi bilenle anlamlıdır

bilenle girmektir dalgalı denize

bilenle içmek, bilenle ağlamak, bilenle yaşamak ..

bilenle yola çıkmak… şarkı söylemek zamanıdır..

o gece, yolunu değiştirmiş büyük bir kader sapağıdır.

İşte yeni bir gün

delirip çiçeklenen bir yaz başlangıcı…

dünün tortusu düne usulca bırakılır

ve yeniden filizlenecek bir özlemin tohumu atılır …

Şehrin bittiği yerde

taze badem kokusu döndürür başını..

Deniz kenarı yol üstü laflarız o köhne kahvede

pırıl pırıl bir gök mavisi yansımıştır yüzüne…

Yorgun kelimeler bırakılır suya

bundan sonra sevmeyi bilene söylenecektir

sözün doğrusu…

Susmak tarlasından denize doğru…

İyi niyet çekmecesinde kala kala iki dilek kalır

O da zamanla eksilir, sürülür düne.

Bir ‘beni unut’ kalır bir ‘beni özleme’ …

yeşillenip haykırır göz ucunda yollar

hiç sorulmamış sorular koyar yüreğine..

hiç gidilmemiş yerler

hiç karşılaşılmamış insanlar

bir asır gibi büyüyen o bir kaç saniyelik iç çekmede…

Sözün büyüğü sevmekle gelir,

küçüğü unutmakla..

Sibel BENGÜ

O AN…

‘O an’ bir yön tabelasıdır. ‘O an’ın içinde çözülür ve bir başka ‘an’ın farkındalığına doğru ilerleriz…

Asla ve daima arasında gidip geldiğin o kısacık an…

Sağlam bir ‘boş ver’in ruhunu kanatlandırdığı o an…

Fedakarlık denilen şeyin bazen sadece susmak olduğunu anladığın o an…

İçten bir gülümsemenin, fiziksel güzellikten daha cezbedici olduğunu anladığın o an…

Hiç bir yemeğin anne çorbası kadar iyileştirici olmadığını anladığın o an…

Bir bıçağın, düğümü çözmek için değil düğümü kesmek için eline tutuşturulduğunu anladığın o an..

Yanında iyi hissettirmeyen insanların, ‘ne yapayım ben böyleyim’ demesine artık aldırmadığın ve çekip gittiğin o an…

Kahkahalarının arkadaşlarınla, gözyaşlarınınsa sadece yanağınla buluşması gerektiğini anladığın o an…

Ne istediğini bilmeyen insanlar için bir şey yapamayacağını anladığın o an…

Cami avlusuna çelenk gönderenlerin, merhumun bahçesini yaşarken nasıl talan ettiklerini hatırlayıverdiğin o an..

Bir insanı olduğu gibi sevmenin ne büyük bir kabulleniş olduğunu anladığın o an…

Zamanın göreceli olduğunu, bir çift bakışın içine sonsuzluğu sığdırıverdiğinde anladığın o an…

Yıllar sonra bir ismin, onu bir zamanlar nasıl sevdiğini değil de, seni nasıl üzdüğünü hatırlattığı o an…

Derinlikli zannettiğin insanların, kıyına vuran bir kaç köpük olduğunu anladığın o an…

Hayatın, başına gelen olaylara verdiğin tepkilerle şekillendiğini anladığın o an…

Sevdiklerini kaybetmeden önce değerini bildiğine sevindiğin o an…

Uzun bekleyişlerin her zaman sıcak kucaklaşmaları hak etmediğini anladığın o an…

Vicdanın paradan daha güçlü bir yapıştırıcı olduğunu anladığın o an…

Parasızlığı, utanılacak bir zenginliğe yeğleyebileceğini anladığın o an…

‘Yok artık’ dediğin şeylerin yoktan da öte olduğunu anladığın o an…

‘Güzel insan’ dediğin insanların acılardan, mücadelelerden, kayıplardan nasıl sağ çıktığını anladığın o an…

Unutmaya kıyamadığın insanların kendilerini unutturacak sebeplerle karşına çıktığı o an…

Her şeyin farkında olduğun ama kendini kandırmaktan alıkoyamadığın o an…

Dürüstlüğü ve samimiyeti öne sürerek kaba saba eleştirileriyle ruhunu zedeleyenleri bir kenara ittiğin o an…

En büyük yaraların, en güvendiğin insanlar tarafından açıldığını anladığın o an…

Çok sevmenin çok yara açabildiği gibi, o yaraları iyileştirecek güce de sahip olduğunu anladığın o an…

Sen ‘nasıl kırmadan dökmeden anlatabilirim’in derdinde debelenirken, karşındakinin anlamaya niyetinin olmadığını anladığın o an…

Her şeyi konuşmanın, yazmanın, ortaya dökmenin, anlaşılmaya yetmediğini anladığın o an…

Duyguların bir pazarlık unsuru olmadığını, gidene ‘gitme’ gelene ‘gelme’ denmeyeceğini anladığın o an…

Öğrendikçe özgürleştiğin o yerin aslında ‘unutmak’ olduğunu anladığın o an…

Unuttuklarının aslında affettiklerin olduğunu anladığın o an…

Bazen kısacık bir şiirin, bir olayı kavramakta ne kadar etkili olduğunu anladığın o an…

Yaşamanın o devasa denizinde hayatta kalmaya çırpınırken, egonun sefil dehlizlerinde şımarıkça kaybolanları seyrettiğin o an…

Bazen oluruna bırakmak yerine, sağına soluna baktığın, zihnini bulandırdığın ve aslında nasıl da gereksiz kasmışım dediğin o an..

Aklının almadığı, yüreğinin kaldıramadığı o yere ‘kader’ dediğin, ‘kısmet’ dediğin, ‘enerji’ dediğin o an…

Hayatın bir okul, başına gelen olaylarınsa mezuniyete giden yolda sınavlar silsilesi olduğunu,

her insanın sana bir ders vermeye geldiği gibi, kimine de senin ders olarak gittiğini anladığın o an…

Ve bütüüüüün bunların, ancak ve ancak kendi iç sesine kulak verdiğinde kavranabileceğini anladığın o an…

büyürsün…

artık hiç bir şey eskisi gibi olmaz…

Sibel BENGÜ

DENİZ TUTMASI…

Puslu bir İstanbul sabahı uyanıyordu 
Kız Kulesi’nden Galata’ya. 
Ve biz ayrı kıtaların delisiydik canım 
aramızda hep kırmızı bir yük gemisi.. 
Seni düşünmek 
iki dirhem bir çekirdek, 
çekirdeksiz bir dış, dışsız bir çekirdek. 
Soyun soyun bitemedik 
bir kabuktan bin kabuğa… 
Hayat be canım işte 
kendi haline bırakmıyor ki insanı… 
Neresinden tutacaksın kulpu mu var?.. 
Belki bazen…o da şansın varsa… 
ne şaşkın bir deli oluyorsun biliyor musun o zamanda?… 
Bıraksa halbuki… bir bıraksa… 
Şöyle salınsan boşlukta.. 
Bir delirsen bir boşaltsan içindeki cehennemi 
biraz yer açılsa göğsünde 
sonra çıksan rüzgara 
kalbinden beynine püfür püfür bir cereyan esse, 
bir temizlense için dışın… 
Kanatlarım çıkacaktı kimbilir…

Serin bir İstanbul 
Pera’da nar kırmızı… 
Kıstırıyor hayat 
sabaha beş kala 
uykusuz otoparkta. 
Dibini boylamadan şu denizin 
derinliğini bensiz gör istedim, 
çünkü boğulurduk biz seninle 
bir kaç kulaçtan sonra. 
Almadan bıraktım seni yerine, 
bir biblo gibi masanın üzerine, 
dokunmak asıl buydu. 
Anla istedim… 
Sen tıpkı diğerleri gibi 
bir çocuk şımarıklığına gittin 
başka denizlerde boğulmaya… 
Sadece ikimiz kalsaydık da şu dünyada 
bulamazdın artık beni. 
Herkes uyuyor herkes unutuyor herkes kaçıyordu, 
bizi farketmediler bile. 
Ne garip.. 
Sen de…

Deniz tutmasıdır bu… 
İçin bulanır. 
Ya sağlam bir liman yoktur sığınacak, 
ya atlayacak cesaretin… 
Aramızda olan 
kırmızı bir geminin seyrüseferidir… 
Gemiyi deniz tuttu canım… 
bizi değil…

Sibel BENGÜ

ÇOĞULLARDAN TEKİLLERE CÜMLELERDEN İZ SÜRDÜK…

ne çok açıklanamayan soru var,

ne çok cevapsız, ne çok yarım kalmış, ne çok zamansız bitmiş hikaye…

ne çok sığıntı kelimeyle avunuyoruz

ne çok karmaşayla savruluyoruz

ne çok bilgisizlikle savaşıyoruz

ne çok tehtitle dolu yalnızlığımız

ne çok farkındalıksızlık

ne çok duyarsızlık

ne çok sarılmış etrafımız korkuyla

ne çok perişanız konar göçer duyguyla..

ne halt edeceğiz taşlaşmaya yüz tutan bu kafalarla..

ne çok yargımız var

ne çok şablonumuz

ne çok etiketliyoruz insanları..

kimler bu çarpan aklımıza gece yarıları..

gök gürültüsünden korkmayı çocukluktan saydığımız günlerde,

bilmiyormuşuz ne çok korkacak şey varmış meğer gök gürültüsünden başka…

eteğime usulca ilişen sararmış yaprağa

kirpiğine benziyor diye sımsıkı bastırıyorum

kırılıyorsun kırıldıkça çoğalıyorsun..

parmaklarım oluyorsun boynuma yürüyorsun

alıp öpsem mi seni, alnıma mı yaslasam ne yapsam

ya uçuşursan göz pınarlarımdan dolup taşıp..

ne çok sebebimiz var kaçmak için …

ama bir tanecik umudumuz var ‘hadi bir daha dene ‘ diyen.

bir tanecik kalbimiz var sevmesini bilen

bir tanecik aklımız var dostu düşmandan ayırt eden..

‘kalk doğrul yerinden’ diyen tek bir omurgamız,

‘buraya kadar’ diyen tek bir eyvallahımız

her nefeste büyük mucizelelerimiz

her nefste büyük mücadelelerimiz

bir tek gönül yaramız var pansumanı hak eden

bir tek cesaretimiz var keşkeyi iyikiye çeviren

iyi niyetimiz var bir tane o da..

ağlamayı biliyoruz da allahtan, koca bir vicdanımız var …

bir tane çok özlediğimiz var

bir tane çok sevdiğimiz..

bir tane hep beklediğimiz..

bir tane unutmak istemediğimiz

bir tane yalnızlığımız

bir tane sürgünümüz

bir tane özgürlüğümüz

bir tane adam gibi sözümüz var

ve bir tane büyük aşkımız..

zaman zaman çıkarıp kurcalamaktan bıkmadığımız

bir tane ölüm var.. bir tane…

ölmeyi hak etmek için

allah aşkına insan gibi yaşa.…

Sibel BENGÜ

SEN DE BEN GİBİ MİSİN!!

Büyük bir korku düzeninin ve içine salınmış perişan umutsuzluğun
kol gezdiği bu yerde,
uzun bir zaman aralığında hiç konuşmadan karşısındaki manzaraya dalıp giden bu bir çift bakışa,
içinde yaşanmışlığın binbir çeşidini barındıran bu suskun haykırışa,
iradem dışında bir bağla yakınlaştığımı,
yanyana ama sözsüz bir iletişimle onu anladığımı
yanısıra hafızamdaki tüm kelimelerin
ışık hızıyla ona kaçtığını
alfabenin ağzımda yuvarlanıp da bir cümlenin içine bir türlü sığamadığını nasıl anlatabilirdim…

Normal şeyler konuşuruz böyle anlarda
normal gülüşler uğruna ..
içimizde kopan fırtınayı
dışarıya göstermeme telaşıyla..
ben oturduğumda kıştı, o yaza doğru kalktı..
normal şeyler..
acıktığında yemek gibi
ekmeği aranmak gibi konuştuk
ve böldük ve yedik ve sustuk..
ben nar kestim
o kırmızı içti ..
Anadolu’ydu…
çok sert sesler duyardım geceleri duvarların ötesinde..
kavga eden insanlar vardı
yürekleri florasan beyazı..
bir ameliyathane gibi soğuk ve beyaz.
sanki hiç aşk girmemiş gibi aralarına
yanyana yatarlardı
ve öfkeli sesleri yankılanırdı sokak aralarında..
sessizce bakardım…
içimde büyük bir otopark yalnızlığı
dolaşır dururdum kalabalıklarda…
o kapkaranlık havasız egzos kokulu sığınaklarda
bütün gün orada öylece durmuş bilet kesmiş yer göstermiş
gökyüzünü günler boyunca ertelemiş
nefesini akşama kadar tutmuş
gri kepenklerin arkasında uyuşmuş adama
o otoparkçıya bakardım..
yüksek katların birinde İstanbul’u seyrettiğim yaz akşamlarında
ışıklı vapurların geçtiği dolunayın altında
penceremi tıklatan martıya
uzun uzun bakardım…
yukarı çıkınca İstanbul
aşağı inince taşra..
herkes bir parça yaşamıştır bu gelgiti
biraz deniz kokusu uğruna bu otopark yalnızlığını…
normal şeyler bunlar…
köşebaşında simit satan çolak çocuğa acıdığımdan değil
kutsal bir görev yapar gibi itinayla
sattığı için aldım simitlerini…
camın buğusuna yansıyan o dalgın bakışları da
kendi dalgınlığımda bulduğumdan
sevdim belki…
isimlerimiz bir sözlükte aranılan
ve bulunamayan anlamlar gibi
dolanıyordu aramızda..
Bense otoparkta bilet kesen adama
simit satan adama
haberlerde bağıran adama
bakıyordum
kendimi erteleyerek…
aklımız bir yerde kalbimiz başka yerde atıyor bazen
hangisinin hangi kararı nasıl ve ne zaman tetiklediğini
tam olarak kestiremiyorum
sonra bir gün…
o simit arabasından taşan kokudan
o kavgayla sarsılan çelik duvarlardan
o kalabalık Beyoğlu sarhoşluğundan
o nar kokulu sabah mahmurluğundan
o otopark yalnızlığından
o pencereyi tıklatan martıdan
birdenbire bahsediveriyorum…
bütün bunları birine anlatırkenki
sırasız zamansız birbiri içine geçen pek çok öyküye
alfabenin karmakarışık dizilişine
kulaklarımın duyduğu bu sese.. kendi sesime irkiliyorum..
kuştüyünden hallice düşlerimden
ve toz duman kelimelerimden…ürperiyorum…
şu an beni bulup buradan çıkaran yürekli pazar sabahına
bir dalgın bakışın beni getirdiği bu noktaya
adaletli bir sevdanın ucundan damlayan serin gözyaşıma
sonrasında uzayan tüm eyvallahlara
ve savurgan gençliğin o ilk aldanmışlığına
durdum bakıyorum..

Bu korku düzeninin ve içine salınmış perişan umutsuzluğun
kol gezdiği bu yerde,
hissettiğim herşeyi anlatamamanın acizliği
ve karşımdakinin anlayabileceği kelimeleri seçememenin tedirginliğiyle…
derin derin uzaklara bakan insana..
iradem dışında bir bağla yakınlaştığımı
onu anladığımı
içimdeki bütün kelimelerin mantıksızca ona kaçtığını
hayretle seyrediyorum…
normalleştirerek erteleğimiz hayatımıza
üstünü örtmeye çalışarak sustuğumuz ayrıntılara
yüreğimizin -acımadıki acımadıki- kanamalarına
kendimize bile itiraf edemediğimiz o koyu yalnızlığımıza
sadece bakıyorum…

neden böyle şeyleri insanlar
bir daha asla görmeyeceklerini bildikleri insanlarla konuşurlar…
o büyük o derin nefesi çekerek ciğerlerine bir kerede
karşılaşmak mı isterler bir yabancıda
kendileriyle…

sen de ben gibi misin?

Sibel BENGÜ

YAŞAMAK NEDİR !..

‘O’ bir kayboluş,
çelişkili yenilgi..
‘O’ bir sınav bir uğraş
bir posta ‘merhaba’
bir posta ‘hoşça kal’ ‘O’…
‘O’ göğsünden çeke çeke koparılmış
lades kemiği…
kim güçlüyse yaşayacak…
ölecek diğeri..

‘O’ bir serzeniş
pişman bir hiç sıkıntısı..
midenin tam orta yerinde
kırmızı bir yük gemisi..
tonlarca ağırlık alır da gözünün ferini
en yırtıcı en aç hayvan olur kelimelerinin dili…

‘O’ akşam güneşinde
şaşkın rakı avareliği..
‘O’ karışık hafızanda
mistik bir mıntıka temizliği..
kapında silahıyla nöbet tutan
zevk ile acının zembereği..
ne zaman ki örter çıplaklığını
‘keşke’nin altına sinen insaniyet kisvesi,
o zaman uyanır vicdanın da
merhamet yuvalarsın gizli gizli…

‘O’ en güzel gece..
bitmem bitemem dedirtir de
ilkin düşen yine ‘O’ olur
uykunun teslimiyetine…
böyle bir serüven ‘O’…
inatçı bir baş kaldırış
kararlı bir uyanış ‘O’
başında mıyız şaşkınlığın
sonunda mıyız sersemliğin dedirten..
sabah mahmurluğuna iç çektiren…
her yaş eşiğinde
‘iyi ki doğdun’ tatbikatı…
kutlamalar eşliğinde
‘yalnızlıklar’ karargahı..
‘biz’ olabildiysek eğer zamanın bir yerinde..
biz rütbesiz iki tutkulu aşığız ‘O’nunla
çukura ulaşıncaya kadar çarpışırız
haddini gittikçe aşan bir devinimle…
sanki hiç bitmeyecekmiş gibi yaparız
yine de…
bu yüzden bunca delirme…

bir gün..
alkolsüz bir sallanma
Kerem’siz bir yanmayla,
umarsız bir çift bakışta
boğulursa zaman…
kendini hissiz plastik bir çiçek gibi
mevsimsiz buluverirsen pencerende…
ufuk daralmış ufalmış
fırtınalarla ayılıp ıhlamurlarla yıkandığın o uzun kış
bir daha güneşin köpük köpük doğacağından
bir an bile düşersen şüpheye…
ve hüzün demirleyen limansız sahilde
unutulmak ağır bir kapı gibi kapanır da yüzüne
yığılırsa koskoca geçmiş dizlerinin dibine…
göğsünün üzerinde koca bir çukur
bir isim hep aynı yere dokunur dokunur
yıllar bütün hiddetiyle kükrerse önünde..
bir derman aranıp durursan ellerin göğsünde…
bir köprü bir kapı bir ışık bir mucize…

ey en derin sezgim
ey adsız yeminim..
ey göğsümden çeke çeke koparılmış
lades kemiğim…
çırıl çırıl ‘yaşamak’ ‘O’ işte..

Sibel BENGÜ

BUNLAR KÖTÜ ŞEYLER OLMAYABİLİR…

korku…
her zaman kötü bir şey olmayabilir.
bazen fena halde elini ayağını uyuşturan korkunun
seni harekete geçirmediğine sevinmelisin..
çekingenlik hayal gücünü destekliyor olabilir…

delirmek …
sevinçlerine yahut acılarına olağanüstü tepkiler vermediğin sürece
tarihin seyrini değiştiremeyeceksin…
denedin mi hiç?

yalan..
iyi niyetli küçük bir yalan..
birini kırmamak için verdiğin mücadelenin adı olan yalan…
kötü değil…
saat de her zaman doğruyu göstermiyor,
ama zilin sesini duyabiliyorsun.

yoksunluk..
rutubetli bir bodrum katında,
talihin senden yana olduğunu düşünebilecek kadar
yeteneğin varsa…
çok kötü değil…
nasılsa orada çok kalmayacaksın.
ortalama hesaplar ve kurallar
ucuz anılar hazırlıyor olabilir,
ama sen
kalbinde tek bir umut tohumu
barındırabiliyorsan,
huzurun yanında kaygı
fani bir kıvılcım…

sabır…
hayat bir Bumerang arenası..
içine neyi atarsan geri gelir…
neyi göndereceğini ve neyi karşılayacağını
öğrenmiş olmanı dilerim.

kaybolmak…
hayır…hiç de değil…
yeni sokakları böyle keşfedersin.
yeni yollarda mucizelerle karşılaşmayı…
büyümeyi..
bir gün bir mezarlık çıkar karşına,
anlayıverirsin mucizeyi,
iki ayağının üstünde, dünyaya dikey…

peki ölmek..
hah işte …
ölen sen değilsen
o çok kötü…

Sibel BENGÜ

İNSAN HEP EN ÇOK SEVDİĞİNE KIRIK BİR GECE LAMBASIDIR…

Masumdun…
kötüsünü bir başkası söylemeden düşünemezdin.
Ne zaman ki yuvarlandın bir yokuştan,
sözcükler büküldü, iyi niyetler ezildi.
Güven duygusu;
kabuk değiştiren bir istakoz gibi
okyanusun derinlerine çekildi.
Ağlama..
Büyümek deniyor buna.
Sevda sonsuz bir mavidir görmek isteyene,
sen ayağını taşa değil buluta bağla.

Oyundur hayat;
kırmızı beyaz, sütlü körebe..
Ne düşünürse düşünsün aklın,
içinde ruh yoksa
boş kelimelerin yansımasısın.
Akşamları yağmur yağdığında,
sabahlar soda limon sıçratır.
Hayat; votka viski arası
kısa bir baş ağrısıdır …

Ey aşka meyleden sevgili insan;
meşhurdur şairin dilinde umarsızlığın….
Bir kere çiçek açarsın ama filiz verebilir misin?
Kapıyı çalarsın ama içeri girebilir misin?
Koskoca bir tır geçer üzerinden geçmiş günlerin,
düne ancak bir avuç toprak atabilirsin.

Büyük bir güneşsin halbuki
büyük bir ay…
Işık senin görevin değil..
ışık senin yazgın, iç güdün, kaderin.
tek bir bakışınla yapacaksın bunu,
tek bir kelimenle belki…
Belki herşeyini koyacaksın ortaya ve yetmeyecek belki…
Yine de deneyeceksin yeniden..
Cesaretini gücünü vicdanını koyacaksın hayata
ve zayıflığını da..ve gözyaşlarını ve kırgınlığını da..
Bilirsin bir parça acıdan geçmeyenin
aklı bulanıktır,
ya yosunlaşır ya çamura saplanır.
Oysa sen sönmeyi seçiyorsun bir lamba gibi..
Düğmeye basıp gidiyorsun.
İnsan hep
en çok sevdiğine
kırık bir gece lambasıdır…

Sibel BENGÜ