UZAKTAN – YAKINDAN …

Uzaktan…yakından…
Bir koku bir ses bir isim bir olay hep bir fotoğraf karesi besler 
hafızada.. 
Tutup asarsın yaşanmaya değer olanları itinayla aklına .. 
Her bir fotoğraf karesinin bir cümlelik özeti vardır, 
Hayat bu cümlelerin biriktiği bir resimli kütüphane bırakır 
yarınlara… 
Geri alınamaz, iade edilemez anların bütünü… 
İşte onun için mutluluğun da fotoğrafı vardır, 
çünkü acının fotoğrafı vardır… 

Zaman zaman ikisi içinde ‘evet’ diye cevaplandırdığım soru şudur: 
Şartlar mı insanları bir arada tutar, 
yoksa bir arada olmak için şartları insanlar mı zorlar ?.. 
Uzağı yakın yapan bizler 
yakına da uzağızdır kimi zaman… 
Kimbilir uzaktan daha mutluluk verebileceği içindir belki de 
yakından bakamayışımız hayata… 
Şartsız koşulsuz teslimiyet 
o anların içinden çıkıp gelir oturur yanımıza… 

Bir arada olmanın yolu bazen tesadüflerden geçebilir, 
ancak uzak sandığımız uzakları bir çırpıda yakına getiren 
tesadüfler değildir sadece, 
yüreğimizin yılmaz isteğidir… 
Bir Oyun, bir düş, bazen seyir…bazen tek bir cümle… ismine ‘hayat’ dediğimiz bir 
fotoğraf albümünün içine gizleniverir… 
İnsan severse ‘hiç’ olmaktan çıkan bir ‘her şey’ dir.
Zaman mekan kavramını yok sayan ilk şey cesarettir. 
Uzakları yakın eder cesaret… 
Uzakları yakın eder samimiyet…
Uzakları yakın, yakınları uzak eder sözlerimiz, gözlerimiz, sevgi 
inanç ve bağlılıklarımız… 

Mutluluğun da fotoğrafı vardır acılarımız gibi, bazen el sallar geçmişten 
bazen durdurur ‘yapma’ der, 
bazen yol açar ‘hadi yürü’ der.. 
Yakından uzaktan nerden bakarsan bak 
her şekilde fırtınalar estirir insanlığımız… 
Bu kimine bir söz düşürür, kimine bir fotoğraf… 
Herşeyin bir şeyi vardır evet, 
ve O bir şey ‘hayat’dır. 
Onu nasıl dolduracağın sana kalmıştır. 
O fotoğrafın içine kurulmak mı? 
O fotoğrafa bakıp anlamak mı? 
Bu; zaman zaman ikisi içinde ‘evet’ diye cevaplandırdığım 
sorudur.

 Bazen yakın… 
 Bazen uzak… 

Sibel Bengü

SOYLU BİR DELİLİKTİR 21.YÜZYILDA GERÇEK SEVGİ …

Sevdiniz…
ama bir ihtimal
anlamadınız…
Sevginin kolları vardı, gözleri vardı, ağzı vardı…
Kalbi kulaklarında dinlerdi,
kalbi ellerinde dokunurdu,
kalbi gözlerinde okunurdu…
Sevgi konuşurdu.

Sevdiniz bir ihtimal,
Gürül gürül bir nehirden
karışarak denizlere,
dibinde yosun ve çamur tortusu,
dehasından arta kalanlarıyla aşkın…
Öyle ya… aşkla başlardı herşey
ve sevgiyle sürerdi ancak…
Ve deli akmadan anlaşılmazdı değeri
durgun denizlerin…
Sevginin gücüyle varılan o son durak…
Yoksa çok kolaydı doğrusu kendini kandırmak,
şöyle haktan hukuktan bir kılıf giydirmek
dost sohbetlerinde,
ben sevdim mi adam gibi severim telkinini savurmak.

Sevdiniz biliyorum…
Ve biliyorum görüyorsunuz…
Işığa yapışan pervaneleri de,
soyunan istakozları da,
gün batımını da…
ve doğumunu dağların arkasından…
Ve sardunyaların her bahar
rengarenk açmasını,
ateşböceklerini de geceleri,
mimozaları, ıhlamur ağaçlarını…
Herşeyi gören siz…
Herşeyi duyan siz…
Bu kadar farkında iseniz…
Sözler soyunsaydınız, sözler giyinseydiniz,
sevgiyi tutabilseydiniz.
Sevdiniz…
ama bir ihtimal
anlamadınız.
Tarihler attınız ama
hiç birini yüreğinize kazımadınız.
Sevdiniz biliyorum
bir ihtimal…
Ve o ihtimal uğruna ne hayatlar harcadınız.

Soylu bir deliliktir 21inci yüzyılda sevmek…
Paha biçilmez bir kaftandır bu
sırtınıza geçirdiğiniz..
Herkes bir kere ölmeliydi doğmak için
ve öldünüz biliyorum…
Ve tüm çıplaklığınızla doğmak için yeniden…
Üstelik dirilen sadece siz de değildiniz…
Sizinle beraber ağaçlar da dirildi,
Nergisler… Martılar… Güneş… Ay…

21inci yüzyılın bereketiydi bu,
herşeyi gören gözleriniz…
Gördünüz…
hayat bir çılgınlıktı,
bir kendini arayış…
tek bir varış için bunca yarış…
bayrağı çeken yine kalbinizdi,
sevdiğiniz kadar sevilmek isterdiniz…
ve ne yazık ki ölçmesi mümkünsüz…
ama umudun suyuydu… kök verirdiniz…
Filizlenirdiniz…
Dallarınızda kuşlar şarkı söylerdi…
Soylu bir delilik 21inci yüzyılda gerçek sevgi…
Otla böcekle sarmaş dolaş olacak kadar samimi,
birine sadık kalacak kadar hür
ve söz verecek kadar cesur…

Sevdiniz bir ihtimal
ama anlamadınız…
Üzüldünüz herşeye…
Haberlere, filmlere,
sağda solda olup bitenlere,
ama en çok kendinize…
En çok kendinizi üzdünüz…
Mutsuzluk sindi ürpertinize,
soldu bakışlarınız.
Ne kadar da yorulmuştunuz…
Aslında siz hep yorgundunuz,
sesiniz yorgundu,
sarılışlarınız,
özlemleriniz …
siz hep sevilmek istediniz
asıl yorgunluğunuz buydu.
Ölümden sonra hayat var mıydı?
merak ettiniz hep…
peki yaşarken ne yaptınız?
Sevdiniz kimbilir…
severken ne yaptınız?
herhangi bir kadın, herhangi bir erkek yaptınız aşkı…
Aşk zannettiniz karşılıksız aşklaşmaları…
Ve yorulan artık sadece siz de değildiniz üstelik.
Herkesi ve herşeyi de yordunuz kendiniz gibi.
Sevdiniz
ama
bir ihtimal
anlamadınız.
sevgiyi her daim kral sanan bir aslan,
sevgiyi her daim sürüngen sanan bir yılan yaptınız…

21inci yüzyılın en büyük felaketidir
hala sevgi üzerine konuşuyor olmak.
azaltabilirsiniz de çoğaltabilirsiniz de
sevgi hep aynı kalamaz…
Sevdiyseniz…
ki biliyorum siz de sevdiniz…
ve bir ihtimal
hala göremediyseniz,
hala duyamadıysanız,
hala dokunamadıysanız
ve hala arıyorsanız…
Eh be 21inci yüzyıldayız uyanın artık …
terkedin aklınızın zararlı kıyılarını…
bu yüzyılın en büyük başarısızlığı
-mış gibi yaşamaktır hayatı…

Sibel Bengü

ÖZLEMEK ÜZERİNE…

Birini özlediğinde, üç kuruşluk posta puludur özlem, iki satırlık mektup yolculuğudur…
Oysa özlem ne kadar koyuysa iletişim o kadar zordur. elin uyuşur, dilin uyuşur…
Gecikmiş farkındalıklarındandır bu taşlaşmaa… artık aklın kördüğümdür…
Bu dalgın tebessümlerle iç geçiriş…
Bu tek taraflı çılgın bekleyiş…
Düne öfkelenip bugünü ateşe veriş…
O karlı kaygan merdivenlere haybeye tırmanış…
Uçmaya meyilli kuş ürkekliğin…
Kayıp düşmeye hazır şüphelerinle… küsüyorsan… küskünlüğün kendinedir aslında… o derin yalnızlığına…
Ve insanlığına atıyorsan suçu…
O yorulmak bilmez iyi niyetine … değdirmiyorsan kendin dahil hiçkimseyi…
Son kez onun… özlediğinin… parmakları değsin diyedir göğsüne…
Son kez bağırıp sonsuza dek susmak için.
“Zaman ilaçtır” diyorlar, sense korkuyorsun ölesiye o ilaçtan, yan etkisi unutulmaktır diye.
Unutulmaktan korktuğun için midir doyasıya sevemeyişinde?
Bir gün birini özlersen… böyle özleyeceksen… sakın özleme…

Sibel Bengü

TENTÜRDİYOT…

Müthiş bitişler ve başlangıçlar için…
Her başlangıçta bitişi de göze alabilmen için…
Yaşama sevincinin kan kaybetme riskine karşılık,
Yürüyen kıymıklar yüreğine saplanıp hançerleşmesin…
Bir gün…
Küf kokulu çekmecelerden ve rutubetli tavan aralarında kendini ararsan eğer…
Kahverengi şişeyi görüp şaşırma sakın…
İçindeki çocuğu bunca zaman onunla bastırdığın için…
Yıpranmamış anıların canlanması için…
Soğumaya bırakılan kelimelerin konuşması için…
Kabuk bağlayan yaraların iyileşmesi için…
Sür…

Bir gün…
Şarkılar teğet geçmiş…
Kuşların bile uçması değişmiş,
Aşinalık kaybolmuş,
dilin susmaktan yorulmuş,
gelenler gitmiş, kalanlar yabancılaşmış,
duygular kiralık, ruhlar satılık olmuşsa birden…
Ve şaşırmanın artık lüks olduğu yaşlarda,
sen bile şaşırmadığına şaşırıyorken…
Sür…
Bir gün…
Bir de bakacaksın bir dalda pek çok filiz,
gel gör ki meyveden vazgeçeceksin bir tek ışık için…
Dilinin döndüğü yerde aşkı ehlileştirmek için…
İyi ki varsın diyebilmek,
Seni seviyorum’u duyabilmek için…
Süreceksen bunun için süreceksin.
Bir umut…
İyileşirsen Allah kerim,
iyileşmezsen benden bilirsin…

Ve O gün…
Benden bir ses çıkmıyorsa eğer…
Bil ki öldüğüm için…
İşte o zaman sür be o zaman sür asıl…
başkasından medet ummamak için.

Ölmesem bırakır mıyım seni üç kuruşluk tentürdiyota…
Sür…

Sibel Bengü

  

KÜÇÜK ŞEYLER…

İçini havalandıran bir şey arar insan… Çok eski bir dost yıllar sonra karşısına çıksın ve ‘merhaba’ desin, sıkı sıkı sarılsın, sanki hiç ayrılınmamış, sanki üzerinden büyük depremler geçmemiş gibi, aynı bıraktığın noktadaki gibi samimi bir sesle kulağına fısıldasın ister.

Küçücük bir şey… Yorgun mesai saatlerinin içinden bir ses ‘hadi artık’ desin ister. ‘bak aslında öyle değil, böyledir‘ desin ister. İnsan bazen yanılmak ister…  O  küçücük şeyin hayatını bir hamlede değiştirebileceğini belki bildiğinden belki tamamen iç güdülerinden… değişmek ister insan.

Bulutlar geçer hızla, yağmurlar, gemiler… yıllar geçer… Ve durup bakıverir insan arkasına aniden. Yeniden doğmak, yeniden serpilmek, yeniden büyümek ister, biri uzansın acıyan dizine dokunsun ve o koyu tentürtiyotlu pamuğu dizine bir kerelik ‘hoh’ sesiyle bastırıp çeksin, acısını söküp alsın ister. Çalar saatin son gong’u onun için çalsın ister. Bir merhaba’yla hayatı değişsin ister. Bazen bir martı konsun omuzlarına ama sadece onun omuzlarına konsun ve ona baksın ister ve bunu isterken nedense hep içindeki çocuğun çıkıp bunu onaylamasını bekler. Bu şey biraz da güvenle mi ilgilidir? Güvendiğinde kendini kaybetse de birşeylerin tıkır tıkır işleyeceğini bilir ya hani insan. Güven saat gibidir yanıltmaz ya hani insanı… O güvenle kendini  bırakmak mı ister insan bazen?  Bu yüzden mi bir işaret bir milat bekler?

Kadınlar küçücük bir kız çocuğu gibi şımartılmak ister… Erkekler yaramazlık yapmayı sever… Kadınlar da erkekler de sislerin içinde küçücük adacıklar gibidirler. Farkedilirler ama kendilerini çok geç farkedebilirler. İnsan bazen herkes tarafından değil, sadece biri tarafından farkedilmeyi bekler…

Çocuklar… Çocuklar  hep çocuktur oysa… Kadın olmanın da erkek olmanın da ağırlığı yoktur onlarda… İnsan bu yüzden içindeki çocuğun sesini duymak ister arasıra. Biri gelsin sataşsın ister, oyununu bozsun, yeni bir oyuna başlatsın, biri ona iyi davransın diğeri uzaklaşsın ister. Çocuklar birbirlerine kızarlar ama öfkelerini dindirirmeyi de bilirler. Bazen küçücük şeylerin büyük şeyleri unutturmasını ister insan. … Çünkü çocuklar ne kadar da şımarsa ne kadar da yaramazlık yapsa çocukturlar…

Küçük şeyler bekleriz… O küçücük şeylerin hayatımızdaki önemini artık bildiğimizden mi, aynı zamanda da o küçücük şeylerin ihtişamından korktuğumuzdan mı bilmem… Pek bi ürkek pek bi korkak oluruz yaş atladıkça. Hatasız kul olmaz ama, biz hatalarımızı da pek bi koruruz kendimizi afişe etmemek adına. ‘Aman ha’ deriz ‘aman bulaştırma kimseyi duygularına’… 

Sanki insanın hep çözmesi gereken bir problemi vardır da o problemi kendine saklamak pek bi matah şeydir yıllarca…

Biz kadınları, biz erkekleri, biz kendimizi… Çocukların birbirini sevdiği gibi sevmeyiz oldum olası. Yani nedir çocuk gibi sevmek?… Yani usul usul, yani küçük küçük, kocaman sevmek nedir?  Yani… sevginin bir alışveriş değil bir eylem, bir yürek işi olduğunu bilerek, yani hesapsız kitapsız yani koşulsuz ama içten içe severek sevmek nedir bilmeyiz yahut bilmemezliğe geliriz. Çok büyüdüğümüzü zannederiz, o kadar ki… Çocuklar gibi sevmeyi unutur çocukluğa özeniriz? Aslında özlediğimiz çocukluğumuz değildir, biz kendimizi sevmeye bırakabilmeyi özleriz.

Öyle büyük fırtınalar, sağanaklar, kavuşmalar, kaybedişler, büyük infilak anları  filan değil… Küçük… Küçücük bir şeyler isteriz, kocaman şeyleri farkedelim diye. Formatları, tabuları, şablonları yıksın atsın diye, bizi hayata bağlasın diye… Küçük şeylerin içinde büyük sonlar bekleriz. Bir parmak şıklatmasıyla, bir elektrik kontağıyla, bir bir bir… bir şey olsun da değişsin herşey deriz. Çocukluğumuzu özleriz, çünkü çocukluğumuzun küçük kadını yahut küçük erkeği sevmeyi bilir…  Biz bilmeyiz.

Hangi kadın, hangi erkek, hangi çocuk, hangi ses, hangi yürek, hangi akıl bilir bunu? Bir işaret, bir ünlem, bir adak, bir uğur, bir şarkı, bir fal… Dağlar, tepeler, bulutlar, gemiler… hangisi?  Hangisi çıkıp o küçük şeyi izah edebilir? …Belki bir tanesi yeter, belki de  hepsi birden gerekir…

Büyüdükçe anlarız ki aslında hayat; o küçücük şeyleri sevme biçimimizdir.

Ah aslında… o küçük sandığımız şeyler ne kadar da büyüklerdir…

 

Sibel BENGÜ

İÇİYORSAM SEBEBİ VAR…

 
İçiyorsak… içmişsek… içeceksek…
 İçki değildir damarlarımızda dolaşan.
Bir saatten sonra dilleri çözen de, susturan da aslında başka bir şeydir…
 
 

Tam şuraya göğsünün tam ortasına bir nal çakılır. Hani öylesine süs olsun filan diye değil…. Hani biz çocukken okul ayakkabıların topuğuna çakarlardı eskimesin yıpranmasın diye… Hani altı tane miydi neydi çivisi vardı, çelikti, ses çıkarırdı yürüdüğünde… Hani her adımını atışında bilirdin ki çınlayacak okul koridoru… Hani sinir olurdun da aklın kayardı ayağının sesine… koca bir adam edasıyla yürürdün  o siyah -rugan-mokasen ayakkabılarla …Ve kahretsin ki eskimezdi bir türlü o kaskatı ayakkabının tabanı…sıkılsan da eskimezdi, atamazdın…Heybetli bir ses yankılanırdı asfaltlarda hani… İsmi başka birşeydir belki ama aynı nal’a benzerdi…

İşte tıpkı onun gibi nallanır yürek çok içtiğinde… Bilmem bilir mi bunu bizim yeni moda lostra…Yani çok içince bu yürek çınlamasını bilir mi? bilir miydi?..

İnsan içince… içiyorsa… içecekse…. Artık hangi duygu varsa o örselenmiş nalınlı yürekde, artık ne kadar eskiyse yahut ne kadar tazeyse … O kadar düşer alkolün dibine. Dışarıda kar yağar, Ahmet Arif’in Ankara’sı düşer aklına. Hüzün verir hatta ağlattığı olur, Ankara’da yaşanan tek bir anı olmasa bile… Sonra ‘türkü sevmem’ der biri, en yanık türküyü yine 
o söyler bağıra bağıra. Hani ne varsa yalan olur ağızda, halt eder magazin dedikoduları o ana kadar saklanmış kelimelerin yanında. ‘Yalanı hiç sevmem’ der biri, en büyük yalanı o 
söyler yine….

Ah içki değildir damarlarda dolaşan… başka bir şeydir… Herkes şairdir çok içince, bir de çok sevince… Beylerbeyi’nden Kuruçeşme’ye uzanır eller, ‘şerefe’ denir denizden geçene. 
‘Hani ben türkü de sevmem ama’ der ve söylemeye başlar… Detone mi o da ne?… İnsan şarkı söylemek isteyince…

İçmişsek…İçki değildir damarlarımızda dolaşan. Biraz Ahmet Arif, biraz Hasan Hüseyin Korkmazgil’dir.. ‘Kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni’dir. ‘Acı çekmek 
özgürlükse, Özgürdük ikimizde’dir… ‘Tütünsüz uykusuz kaldım, Terketmedi sevdan beni’dir… Ve türkçe sözlü şarkıların içinde yüreğinin nalına dokunan bir şeyler vardır.

Bir içmek vardır ki… İçen için farketmez, içmeyip de seyredenler düşünsün sonunu. Ama güzel bir şeydir herşeye bu kadar kolay ağlamak… ve gülebilmek… İnsan herşeye ve bilhassa yarın unutacağı şeylere gülebilmeyi ne kadar da özler. İçmeden sarhoş olduğu günleri, yani yürek nallanmamışken, kelimeler mıhlanmamışken, henüz sevgi adına yapılacak çok şey varken, hani en iyiler, en kötüler sıralaması yapılmamışken, herşeye bir şablon bulunmamışken, öğrenirken yani, öğrenmeyi bilirken, nasıl da tetiktedir kan… Kendini öyle bırakabilmeyi ne çok ister insan… Öyle yankılanmayı ne çok ister karşı bakışlarda, öyle paylaşmayı ne çok ister…

Dönülmez akşamın ufkunda, vaktin geç olduğunu bildiğimiz ve fakat son fasılın neye benzediğini o yaşlarda kestiremediğimiz yine de severek söylediğimiz şarkılarla dolu  üniversite yılları… Neydi içinde bulduğumuz ve henüz yaşamadığımız ‘ayrılık…ayrılık…yaman ayrılık’ ın bıktırıncaya kadar tekrarı ve ‘Çav bella’ ve ‘İstanbul Akşamları’ ve ‘Lavinya’…Ah o ‘üşüyorsan ceketimi al’ sözleri … Koridor, 
kantin ve merdiven üstünde, gitarın telleri ağlardı … Sonra hayat mola mı verdi ne?. Herşeye gülmekten mezun olundu. Sorum sorum sorumluluğa sürgün gönderildi gülmek…  Orada çakılmaya başladı nallar…tek tek…

İçiyorsak..içmişsek…içeceksek… Kar altı, dağ başı, deniz kıyısı, karanlık oda farketmez… Kendi  sesinin yankısı bile yeter. Şiir olur, şarkı olur, bazen yağmurun sesi yeter. Ne yazlar geçer ne kışlar… Ne isimler düşer aklına da unutulur sonra… ‘ya hani bir çocuk vardı, bilirsin sen, gözleri haddinden fazla siyah..neydi adı?…  ve neyse artık ‘haddinden 
fazla’nın izahı…

Sonra bir mide kazıntısı çöker sabahları… Bir susuzluk… Belki de çok susadığı için insan içiyordur… Belki özlemiştir nalların sesini yahut sökmüştür çivileri de  izleri çok 
acıyordur… Bir damar çatlamıştır da kanıyordur. Belki sebep yoktur, belki sadece içmek istiyordur…

Sorulmaz ki niye içiyorsun diye adama…

İçiyorsa sebebi vardır…

SİBEL BENGÜ

O’nunla O’nsuz…

İçinde cirit atıyorsun sokakların, ama yollar senin değil…
Bir çift göz, modern sanat dergilerinden bakar gibi bakıyor gözlerine…
Işıl ışıl bir İstanbul doğuyor kirpiklerinden…
Parmakların yanıyor o devasal güneşten…
Sen İstanbulsuz olamıyorsun, O sensiz değil….

Eskiyecek şarkılar da yüzler de gün gelecek.. Resimler solacak.. Sokak isimleri unutulacak…

ve bir sabah… Yarını karşılamak için açtığında pencereni…
Havayı göğsüne sımsıkı çekip, ‘sanki kanatlarım var uçmak için’ diyeceksin.
Müthiş bir mavilik dolacak içine…
Ama gökyüzü senin değil…
Sen onsuz olamıyorsun, O sensiz değil…

Ağaçları, otları, havayı, suyu tek tek anlatmayalım, onlar işini biliyor…

Ne toprak susuz, ne susuz insan…
Neyin sahibisin neyin?
Kendi hayatının içinde kısacık bir misafirsin..
Sen O’nsuz olamıyorsun, O sensiz değil…

İçinde cirit atıyorsun kelimelerin, ama nereye bükersen bük, nereye istersen kır,

başını yasladığın yastığın yalnızlığında suspus oluyor cümlelerin..
Kömür deresinde ellerin…
Nar ağacında gölgesin…
Tramvayda son sefer…
Asyanın kuzeyindesin…
Ve her nereye saklanırsan saklan…
Ve her nereye kaçarsan kaç…
Sen O’nsuz olamıyorsun, ya O sensiz?..

Sibel Bengü

DÜN ARTIK DÜN…

Denize sürüldü her bir çalı..
Su çekip götürdü ne varsa…
Bir bulutun üstünde sürüklendi gün,
yağmak için bir başka suya…
Artık mesele suyun meselesi…
Dün artık dün… dür defteri…

Tırmanmaktır artık niyet
tutunacak en büyük ağaca,
kavgadan uzak.
Şimdi bana; soğuk ve karanlık bir gecenin,
yorgan altı sıcağını özlemiş gibi bak…
Uykudan şimdi uyanmış gibi…
Boşvermiş de unutmuş gibi değil,
boşverdiklerini anlamış gibi bak…

Kabuk sertmiş yahut vakit dar…
Azıcık sersemlesen bulut olacak kadar saf…
Yürüyor muyum koşuyor muyum duruyor muyum demeden,
kendi kendinin etrafında dönmeden,
bir şiirden arta kalanları ezberlemeden…
Eh belki geçtir saat ne farkeder,
sen beklemeye değer diye bak…

Kollarını çekme sakın…
Gece kolları çok üşüyor insanın…
Çatılarda yağmur şarkısı…
İstanbul ağlamaklı…
Sen yine güneş açacak diye bak…

Belki bir martıdır bunları yazan da,
pencerene vurmuştur tık tık..
Bitmiştir dışarıdaki kavga,
durulmuştur sudaki dalga
ve yeniden doğmuştur bir denizde en güzel balık…
Ve sen düne bakma, sen kavgalı suya…
Sen karanlığa bakma, sen kalın kabuğa…
Sen şu manzaraya bak…
Sürü sürü martılar geçiyor,
ışıl ışıl bir İstanbul…
Bir kol üstünü örtüyor, pencerende ay…
Yeniden yarattı kendini zaman…
Bıraktığın dal, yakaladığın el…
Gözlerinden bir şey anlamadım,
bana yine öyle bak…


Sibel Bengü

KALBİM ASİ BİR ATTIR…ZAPTI ZOR…

 
Her gece yatağımın baş ucuna bağladığım, sabah olunca çözüp göğsüme taktığım, -hiç değilse rahat uyuyayım diye,
hiç değilse başka yerlere sıçramasın diye rüyalarımın içinde soluyan, asi bir attır kalbim… Zaptı zor…

Aşkın ne menem bir yarayı büyüttüğünü bilirim, gözyaşlarıyla katık edilen ekmeğin tadını da…

Kimbilir benden başka kaç kadın daha bilir…Tepemde leylaktan bir parça ay, danseder tutunup saçlarıma…
aman asla aman…
Sulusepken bir romantizmin içinde savrulduğum sanılmasın, ağlamakla mahşeri birbirine karıştıran insanlardan hiç olmadım.

Her gece yatağımın baş ucuna bağladığım, sabah olunca çözüp göğsüme taktığım, asi bir attır kalbim…

…………..
Kalbim kimsenin yanında o kadar özgür değildir kimseye. Bilirim bir tek banadır isyanı, ürkünce siner göğsüme …

Birlikte çok yol kat ettik, boşuna değil bunca kelime.

Onun yanında boynum ince-boynum kıl-boynum kopası bir eğrilikte…
Daha fazla değilim kim ne kadarını görürse…
Haritalar çizdik, gidilmesi zor kıtalar keşfettik biz…
Uzun methiyeler düzdük yeri geldi. Yeri geldi bir kalemde çizdik isimleri.

Kalbim asi bir attır, zordur zaptı.. O beni tutmaz ama ben onun tutarım iplerini…

Bir adım ileri iki adım geri olmadık hiç, dinleyince birbirimizi…
ama daima benden önde…
Şaşıyorum bazen asi bir başka atın ayakları altında kalanlara… Başbaşa olmak iyidir ama saç saça olmak niye…
Sanılmasın bir şeyleri bir şeylere yamadığım, teldeki güzel kuşun hafifliği ne ise , odur ağzımdaki kelimelerin sıradanlığı…
Büyük büyük konuşup küçük küçük kımıldayan insanlardan olmadım hiç… Hiç değilse küçüksem küçücüğüm diyebilirim…
……
Her gece yatağımın baş ucuna bağladığım, sabah olunca çözüp göğsüme taktığım, asi bir attır kalbim…
Zaptı zor…
 
Sibel BENGÜ