KADER DİYE BİRŞEY…

Çok sevdik, çok güldük, çok öldük.
Sendeledik, durakladık, devam ettik yine de.
Kader dedikleri şey meğer razı olmakmış açıklaması mümkün olmayan şeylere.
Astık kendimizi rakı bardağının buzlu suyuna,
koştuk-yorulmayız sandık,

çok gittik-döneriz sandık, çok baktık-görürüz sandık. Yine de kadermiş işte yaşayıp da engel olamadıklarımız.

Yol üstü, deniz üstü, ev içi, kapalı perde…
Yağmurdu, denizdi, belki bir parça ballı lokma tatlısıydı hayat…
Sırdı belki , düştü, sanaldı, yoktu bile hatta…
belki yaşayamadıklarımızdı, belki sadece görmek istediklerimiz…
İstanbul’du, Bolu dağı’ydı, Gümüşlük’tü…
Yollarda evsiz bir deli, kapılarda asma kilitdi.
Çok yoldu, uzun yoldu, dönülmez yoldu, dinledik mi kimseyi?..
Döneceğimizi hesaba katmadan, pazarlık yapmadan huysuzluğumuzla,
yine de hep dolu gördük bardağın yarısını.
Çok güldük…
kocaman kahkahalarda ölüyoruz sandık, kulaklarımıza vardı ağzımız.
Beddua etmedik, kimbilir belki buydu eksiğimiz..
Kötü bulur kötüyü, iyi severdi iyiyi, hayat öyle bir yerdi…
ya da öyle bir yer olmalıydı..
gittiğimizde bizi uğurlasın, geldiğimizde karşılasın yer açsın, yorulduğumuzda omuz versin. ..

Gittik de, döndük de, yaşadık da, yine de sığamadık koskoca evrene…

Çok sevdik…

ölüyoruz sandık.
Çünkü ne kadar çok seversek o kadar insandık…
Çünkü ne kadar çok ölürsek o kadar çok doğardık…
Bir yağmur günü sabahı fırlatıp elimizden anahtarı çantayı, koşa koşa bir duvarın dibine atladık.
Duvar dedik, ‘eğer sen kader gibi birşeysen, biz bu güçsüzlüğümüzle bile yıkabiliriz seni,
içimizde senden öyle çokları var ki…
ruhumuz ördü onları tek tek, kimse duramaz karşısında sen bile.
Şimdi çekil yolumuzdan, istersek eğer ne sensin yıkıp geçemeyeceğimiz, ne yollar, ne köprüler’.

Kendimizi ikna etmenin başka yolu var mıydı?

Soğuklara, sıcaklara, kuşkulara, sancılara aldırmadık.

Sağımızda sağ omzumuz, parmağımızda tek taş yalnızlığımız, yeniden başladık.
Çok yürüdük.
Hayat bizi heybesinde taşıdığını sandı yıllarca, oysa bizdik hayatı taşıyan bütün ağırlığınca…
Çok üzüldük, çok yorulduk..
her başlangıcı kendimiz seçtik.. ya da biz öyle sandık..
Kendimizi ikna etmenin başka yolu var mıydı?
Kader biraz da zaman mıydı?

Çok ıslandık yağmurlarda..
Ve takılı kaldı gözlerimiz bir çift bakışa…
sinemaları vardı. Tarık Akanlar, Filiz Akınlar, Türkan Şoraylar, Hulusi Kentmenler…
‘Rica ederim bu bahsi kapatalım beyler’ vardı… kapadık…
Sonra kör olduk..
ölüyoruz sandık…
bunların hepsini biz yaşadık…
tek bir hayatta defalarca ölüp defalarca yaşlandık. çünkü kötülük yapan kötülük bulurdu..
ve yine çünkü iyiler daima kazanırdı…
Afilli bir ‘Son’ yazısından sonra kendi filmimizin perdesinde kaderimize tek rollük bir hayat biçmek içindi bütün herşey.
Bir Filiz Akın yahut Tarık Akan olmayı hiç başaramadık, çünkü ironik bir senaryonun rolünü hiç bir zaman hakkıyla oynamadık..
Susuzluğumuzu dinlememişiz biz, suyumuzu susuzluğunu gördüklerimize vermişiz..
Kendimizi ikna etmenin başka yolu var mıydı?
Kader biraz da aşk mıydı?

Yolun sonunda yoksa bekleyen biri, geri döndüğünüzde sessiz bir duvar karşılar sizi.
Bütün marifet o duvara anlatabilmektir derdinizi.
Ya çok gitmeyin derim ben, cesaretiniz yoksa dönmek için geri
yahut gittiyseniz de kalmasını bilin SON yazıncaya kadar tek filmlik ömrünüzün inmeden son perdesi.
Ancak şunu da bilin ki ‘Kader’ diye bir şey var…
zaman mı, duvar mı, yollar mı kestiremediğim….
Her ne yapıyorsanız yapın bir gün karşısında bulacaksınız kendinizi.
                                                                                         Sibel BENGÜ

 

NEDİR,NİYEDİR? NEYSE…

 
Tarihlerin birinde bir çift göz açılır dünyaya kan ter içinde. 
 ‘Ağla’ der iç ses, ‘susma ağla önce’.
Şaşkınlık mıdır, korkaklık mıdır, yabancı mıdır, tanıdık mıdır nedir hayat, niyedir? neyse…
 
 

Çok beyaz sayfa açılır bu yürekde, kapanır sonra…
Çiçekler böcekler çizilir üstüne ve  silinir  adı ‘unutmak’ olan koca bir silgiyle…
Köprünün altından çok sular akar, çok gözü kararır insanın, çok midesi bulanır,
masum sevgililer ardında sadece hayal kırıklığı bırakır.
Giden mi suçludur, gitmeye sebep olan mı,  gidene engel olmayan mı?
Suç  suç mudur insan gitmek isteyince?
neyse…

Ödü kopar insanın aynada kendini kendinden büyük görünce.
Ben –ben- olmaktan çıkar, -sen- olur sevmeyi  öğrendikçe.
Eli ayağı uyuşur insanın, kaçmak ister hiç bilmediği yerlere, fikri bırakmaz peşini..
Aşk her yerde midir, gelip geçer midir, durup bekler mi? …
neyse…

Sıçrar sonra aklı bir gün hiç olmadık bir zamanda.
Teoman’ın ‘Rüzgargülü’ şarkısıyla arabadayken bilmem radyonun hangi  kanalında…
Gittiği yer bir sevgilinin incinir boynu mudur, bekleyen şefkatli koynu mudur, kimbilir…
neyse…

Yollarda içi acır insanın.
Otobanın bilmem kaçıncı kilometresinde çıkıverir  karşısına kendi sıradanlığı.
Sağı solu göremez olur hissettikçe içindeki boşluğu.
Uzayan yollar mıdır, yıllar mıdır  yaş atladıkça?
Bir sıcak basar, bir ıslaklık yayılır ortalığa.
Kan mıdır, ter midir, yağmur mudur , gözyaşı mıdır, nedir, niyedir?..
neyse…

Hayat çok acayip bir şeydir. Oyun mudur, düş müdür, kader midir, seyir midir, nedir?
İnsan sevince –hiç- olmaktan çıkan bir -her şey- midir?…
Şüphesiz, zaman kavramını yok sayan tek şey sevgidir.
Ve bir gün aniden bitiverir…

Çok mezar taşı, sadece taş olmayı hakeder.
Kimi susuzluğuna yağmuru, kimi yalnızlığına bir kaç karıncayı konuk eder.
Komik midir, hazin midir, sıradan mıdır, özel midir, kime göre, neye göre,  kimbilir?

Biten bitmiş, giden gitmiştir…
Geriye kalan sadece öykülerdir…

 

SİBEL BENGÜ

 

BUMERANG AŞKLAR…

 
Birinin kalbini kazandığınıza emin olduğunuz ve sevilmenin verdiği rehavet anlarından birinde gelir gitme isteği.
O kadar büyük bir bıkkınlık anıdır ki o, ruhun bir parça acı çekmeye ihtiyacı vardır.  
 
Gidenin  vitaminleri kalan tarafından depolanmış, ruhu aşkıyla stoklanmıştır.
O başka bir ten tarafından kabul görmeye gidiyordur ve
eğer karşılık bulamazsa ihtiyacı olan hüzün’ün adını ‘aşk’ koyacaktır.
Bir açıklama beklemeyin,…
Martaval okuyan çok insan gördünüz, aşkından ölen, yollara düşen, düzenini bozup peşinden giden,
hangisinin mantıklı bir açıklamasını duydunuz?
Belki de bu defa giden sizsiniz ve bütün bunların cevabını kendinize çoktan verdiniz.
 
Kazanmadan gitmiyoruz. Ruhunuz doyacak, bedeniniz doyacak, özlem, kıskançlık,
terketme evreleriyle  nice serüvenlere kement attığınız bu arena da, daha  nice yarışlara gireceksiniz… 
Gidenler  neden gittiğini biliyorlar oysa.,
kalanlarsa debeleniyor, gözü başka bir şey görmüyor kanayan yerinden başka…
 illa bir ilaç arıyorlar hırsların, öfkelerin, yapış yapış ihanetlerin tedavisi için,
sanki bir hastalıkmış gibi aşk acısı. Belki bir hafıza silici, belki bir kaç unutkanlık hapı, belki yeni bir sevgili.
Oysa yaşananların üzerini hafif bir tülle örtmedikçe  hepsi  geçici…
 
O yıllar yılı süren ilişkilerin içinde , sakın ola da  yılların ağdalı bir huzurla  sıradanlığa dönüştüğünü sanmayın. 
Onlar kendi durumlarını yaratan bir başka devrin insanları.
 Aşk kavramı çiş gibi gelip giden  şımarık bir ihtiyaç değil onlar için.
 Aşk’ı korumanın yollarını biliyorlar, sade ama hiç bir zaman basit değil aşkları.
Onurlu, güvenilir ve tek seferlik.
Ve onlar sevgiye duyulan  inancın, paylaşımın, tahammülün, 
naif duyarlılığın yaşandığı altın çağı ne mutlu ki  yakaladılar son anda. ..
 
Şimdi Devir Bumerang aşklar devri.
Yani asılı tut, zamana yay, fırlat gelsin, git beklesin, kaç yetişsin, pause ve play  ilişkileri…
Hatta mümkünse hoşça kal deme,  bir kez daha deneme şansını yitirme.
Dönebilmek için bir bahanen olsun illa ki.
 
                                                          ‘Bütün kazananlar gibi terk ettin’ der Murathan Mungan… 
ki bir kez terkedilenler almışlardır derslerini. Ve beklemenin ve ümid etmenin ve sevmenin onları nerelere getirdiğini.
 Hani sevgi kurtaracaktı dünyayı?, niçin seven çekiyor en çok acıyı ?
Siz bir daha aynı acıları yaşamak ister misiniz, siz yine de bu kadar çok sevmek ama delice sevmek,
 kaybolmak, savrulmak bir aşk için ölmek  ister misiniz?  
Siz kaybeden olmak ister misiniz? 
Onun için korkak sevdalar başıboş ruhlar gibi dolaşıyor etrafta.
Kimse fedakarlığı göze alacak kadar sevmek istemiyor adı aşk da olsa…
Belki  şimdiye dek biriktirmedikleri için derin bir aşkın mahremiyetini,
belki yaşadıkları için gitmenin de kalmanın da vahametini…
 
Siz iyisi mi bütün kazananlar gibi terk edin. Fatihi olun yalnız bıraktığınız kalplerin.
Hep beklesinler sizi zamana asılı olarak, hep ümit etsinler,
yolunuzu gözlesinler ki siz bir gün gitmek istediğiniz de illa olsun bir yedeğiniz. 
 
Bumerang aşklar çağı bu çağ…
Öfkeyi ‘aşk’ zanneden, gözden çıkarılmayı içine sindiremeyen,
kızgınlık ve hırs biriktiren ama bu zaafı ‘sevgi’yle adlandıran nice bumerang çılgını sizi bekliyor. 
İsmini aşk koyuyor kaybedilmiş özgüveninin.
 
Bu gün bütün kazananlar gitsin. Kalanlar kazanmaya ve terketmeye programlansın.
Saygı yerini çılgın egolara bıraktı, acele edin o gitmeden siz gidin… Bütün kazananlar gibi terkedin…
Ama;  sığınabileceğiniz bir liman bulamadığınızda da , yıllarca süren aşklara öykünmeyin,
sahibi sizsiniz bu tercihin…
 
 
BUMERANG?
 
Tarihte kaydedilmiş  en eski sporlardan biridir.
 Günümüzde başta ABD’de olmak üzere bazı ülkelerde, hedefe yakınlık, mesafe,
hız ve yakalama kategorilerinde spor olarak hala yapılıyor…
/Bilinenin aksine bütün bumeranglar geri gelmezler. 
Fırlatana geri dönebilen bumeranglar sadece Avustralya yerlileri Aborijinler tarafından spor olarak
veya kuş sürülerini avlamakta kullanılırlar. Aborijinlerin tarih öncesi zamandan beri bumerangları kullandıkları biliniyor…
/ Bumerangın nasıl geri döndüğü günümüzün bilim insanları tarafından tam anlaşılmış değildir.
Dönüşün aerodinamik kaldırma gücü ile üç eksende yaptığı cayroskobik dönüşün birleşiminin yarattığı sanılmaktadır.
Geri dönebilen bumerangların, diğerlerinin uçuş şekillerinin gözlemlenerek veya tamamen tesadüf  sonucunda geliştirildiği sanılıyor.
 
SİBEL BENGÜ

HER ŞEYİN BİR ŞEYİ VARDIR…

Bazen… Yıldızlar kayıp gider insanlar gibi.
Bazen kayan yıldızları insanlar bizzat seçer teker teker.
Bazen her çiçek bir sardunya’dır çiçek ismi bilmeyene.
Bazen öyle bir rüzgar eser ki,

 tutamazsın içinden koskoca bir aşk kayıp gider.
 Bazen anlarsın ki bir şarkıyı, sadece biriyle dinlemek güzel.
 
Bir gün bir el uzanıp uyandırır seni derin uykundan. Rüya mıdır, düş müdür?
Bazen neyin gerçek neyin hayal olduğunu düşünmek o kadar da lüzumsuzdur.
Bir gün yağmur yaralı bir güvercin bırakır kapına, pansuman ol diye kanadına.
Bazen sen o kanadın sadece yarası olursun yıllarca.
Nilüferler de bazen denizde bir ‘hiç’ olmayı yeğlerler, bir havuz içinde kök salmaktansa,
 ama ölümleri kat’idir tuzlu su da…
Ve şahlanır yeleleri bir atın küçük rüzgarlarda, eğer canı delice koşmak istiyorsa.
 Bazen çok bilinmeyenli denklemlerin içinde bir X olma hürriyetiyle dolaşabilmenin,
büyük bir denizin içinde kaybolabilmenin ve bazen kırık bir musiki de bir -re- sesi olabilmenin,
başına buyrukluğudur seni yalnızlığa iten.
Bazen bir tencere dolusu pilav olabilmeyi göze alıp, hem en lezzetli ve hem de en doyurucu lokmanın içinde
tek bir pirinç tanesi olabilmeyi başarabilme isteğidir kaybolma isteği..
Bir gün bir bakarsın, bir elinde sigara bir elinde buzlu viski, bir akşam tenhasında  yapalyalnız oturmaktasın
ve  aklına üşüşen en olmadık kelimeleri ehlileştirmenin hırsıyla savaşmaktasın.
Oysa kelimeleri katil yapan da yine senin umarsızlığın …

Sadece kelimeler örtebilir bir ince oyalı yazma gibi saçlarını ve yine sadece kelimeler örebilir bir günün en güzel motiflerini. Dağın zirvesini yoğun bir tipiyle dolduran incecik kar taneleri gibi, yağdıkça saklar içinin yarasını kelimeler…
-Eğme başımı- dersin saçlarını savuran lodosa, yüreğinin kolları saklar seni çok korktuğunda.
İçinde ki kalabalıklığa söz geçiren bir tek o’dur ne de olsa. Ama rüzgar başını eğmeği de öğretir sana zamanla.
Sigaranın yanan kısmıyla aydınlanan oda da, seyredersin dışarıdaki alacakaranlığı. Pencerini kapatırsın, dışarısı dışarıda kalır. Teslimiyet güzel olsa da  böyle bir akşam karanlığında yalnızlığa, gün gelir hayat tıkıverir bir tutam ot  ağzına.
Ve dramatik repliklerin hoyratça sergilendiği bu oyun da, iner perde tek bir gala’yla.

İnanmazsın, inanmak istemezsen bir ormanın yanıp kül olmadan önce de orman olduğuna.
Taşımazsan bir tabutun ağırlığını omuzlarında, gerçek gibi gelmez bir insanın ölümü.
Dokunmadan anlamazsın bir sevgilinin sıcaklığını, gitmeden bir yolculuk anının sabırsızlığını.
Bir gazi olmazsın, eğer bilmezsen mücadele ettiğin savaşın neyle kıyaslandığını…
Çünkü yaşarken bir ölü, ölürken bir yaşayan olmak son derece de gerçek ve son derece de acıklı.
Zamanla öğrenirsin, bir şeylerin var olduğunu bilmek, niye var olduğunu sorgulamaktan iyi.
‘Herşey olacağına- herşey öleceğine varır’ lafı burada gerekli.
Ama anlamazsın, anlamak istemezsen bir ağacın sana gölge mi, yoksa bir duvar mı olacağına…
 Ne ağaç ağaçtır görmek istemezsen,  ne savaş savaştır… ne sevgili sevgili…
 Bazen şehittir kelimeler ağzında bazen de gazi…

Hayır… ölürsem diye üzülmezsin. Ölürsem arkamdan kimler ağlar diye üzülürsün.
 Çünkü; terin, toprağın, gurbetin, giden bir sevgilinin, kaybedilen bir sözün ve arkasından mendil sallanan bir dostun,
 sensiz öğreneceği ne çok şey  vardır artık. Hayır… ağlayamazsın giden insanların ardından,
kaybettiğin insan da senden bir parça yoksa eğer.
 
Bazen her şey hiç birşey’in, bazen hiç birşey herşey’in habercisidir.
Bazen saçmalamak gerekir, bazen karışmak bir çile gibi çözülmemek, bazen anlaşılmamak,
bazen kaybolmak, kaçmak, yok olmak, bazen herşeyin içinde hiç birşey olmak iyidir.

Çünkü birinin ‘herşeyi’ olabilmek, herkesin ‘birşeyi’ olabilmekden daha müthiştir.

Kelimelerin arkasında arayıp da bulamadığın neyse, aramadan da karşına çıkaran her neyse o kelimeleri,
ağzına yapışan öyle cümleler vardır ki ‘Herşeyin bir şeyi vardır’ı gibi…  
Anlatamazsın bazı şeyleri istesen de, çünkü anlamaz birileri anlamak istemeyince…

Oysa…

Herşeyin bir şeyi vardır evet… ya bir de olmasaydı?

SİBEL BENGÜ

BİR FOTOĞRAFIN İÇİNDEN YILDIZLAR GEÇİYORDU…

Nasıl göğüs gerildiyse uzaklıklara, öyle dayanılacaktı bundan sonrasına da.
Uyuşan kollar, başka sarılmalara gidiyordu…
Zaman bir ipin ucunda, hep aynı düğüme takılıyordu.

Ayrılık varsa kavuşmak da var, hoşçakal varsa merhaba da…
Hangisi hangisinden daha önce, söz dinlemiyordu akıl…
ya aramazsa ya aramazsa ya…
O aramıyorsa ben de dayanabilirim.

Aşk diye döküldü gözyaşları… Omuzlar çekildi, vedasız uzaklaşmalara..
Akasyaların asfaltlarda ezilen beyazı, sanki öldüren senmişsin gibi dokunaklı.
Rüzgar poyraz, deniz soğuk, ayrılık anı serin bir sonbaharın ucundan unutulmaya bırakıldı…
Kalp bir Ahmet Arif şiirinde ‘Dinamit Kuyusu’…
Mutlu şiir var mıdır ki biriksin dudaklarına mutlu bir aşk tortusu…
O unuttuysa ben de unutabilirim.

Hiç bir türkçe sözlü şarkı dindirmez içinin acısını, gittikçe daha bir kanırtır gitmelerin acısını.
İnsan önce kendini bırakır, sonra arkasından sıralanır bütün bıraktıkları…
O dönmüyorsa ben de dayanabilirim.

Utangaç bir gurur ne büyük bir tehlike. Kim tutar seni senden başka.
Tutabilir… Mesela bir fotoğraf… O fotoğrafın içinden yıldızlar kayar…
Gözleri mi desem, gözlerin mi desem, hanginizin ışığıdır o fotoğrafı parlatan…
O unutabiliyorsa bende unutabilirim.

Kaldır fotoğrafı, at çöpe. Izi kalmasın sakın, ne geçmişte ne gelecekte…
O yaşarsa bensiz, bende yaşayabilirim onsuz…

Utangaç bir inkar ne büyük bir yalan…
Bir dahakine şapkadan tavşan çıkartmayı dene, bir fotoğrafın içinden yıldızlar geçirmeden önce…

SİBEL BENGÜ

BIRAK DELİ DESİNLER…

 
Bırak deli desinler, sabahın bu kör saati koşmak için debelendiğini görenler…
Hiç bir şeyi yaşamayı göze alamayanlardır asıl deliler.

Bir sabah erkenden kalk ve koş boş sokaklarda, sonra otur bir bardak soğuk su iç boğazını patlatırcasına .
Toz toprak yağmur çamur deme, dal bi su birikintisinin içine, bulaşsın paçana leke.
Sövme, küfretme, sakız çiğne, gerin gerinebildiğince.
Sabah olsun, erken olsun, demlen ince belli bardaktaki çay keyfiyle, ısınsın ellerin fırından yeni çıkmış ekmekle…

Biçim biçim yaşa hayatı, biçim biçim yaşa aşkı…

yaşanan hiç bir an benzemez diğerine.
 
Hayat da tekdir, aşk da.
Her çiçeğe toprak ol,
her çiçeğe arı olma.

Delirirsin; eğer yüreğini bir zincirle bağladıysan tek bir şeye.
Yok eğer hazırsan vurgun yemeye ve bir güzel hayat öpücüğüyle tekrar dünyaya gelmeye,
korkunu cesaretine kurban vermeye, tutkularının esaretine,
aşkın kimliksizliğine, seni soğuk sudan sıcak suya atan hayallerine razıysan eğer…
kavrul sıcaklarda, boğul buzullarda, acılardan acı beğen, şarkılardan fal tut, dağıl dağılabildiğince…
Şunu bil ki bu ölümlerin en güzelidir, ölmeyi bir şölen haline getirebildiğin sürece.

Çünkü yaşadığın acılar anlamlandırır geleceğini de.

Sevgini sahiplen, kimsenin üzerinden sevmeyi denemeden.
Sahibi sensin kendinin, kör kuyulara sarkıtma bedenini,
kocaman kocaman nefes alıp ver iki günlük dünyadan manasızca çekip gitmeden.

Adım atmak yürek ister uçurumken bir yanın, sevmek cesaret ister sonunda üzüleceğini bile bile..

Yaşadıklarının güzel anılar bırakacağına inanıyorsan eğer, hataya yer aç yeniden.

Yaşamadıklarından pişmanlık duymamak için.

Yaşadım diyebilmektir hayat çeşit çeşit hatalarınla…
Aynı hatayı ikinci kez yapmadan ama…
Her yaşın bir güzelliği, her sokağın bir başka kokusu, her evin başka bir kapısı vardır
ve yaşamak için ve girmek için ve kapıyı çalmak için düşünmeye çok az zamanın…
Cesaretin hayatına kattığı anlam, korkularının kaplayacağı boşluktan daha anlamlıdır.

Üşenme kalk, bu sabah koş erkenden, sonra otur soğuk bir bardak su iç,

nerede-nasıl-kim olduğunu unut.
Bak bakalım ne diyecek içindeki ses sana.

Uyuşukluk sardıysa her bir yanını, arınmanın tek yoludur koşmak, terinle atmak için hatalarını.

Çok üzüldüysen çok git ki unutasın geçmişte yaşadığın tatsızlıkları.
Göğsünden aksın gitsin acı, bir bardak su da tekrar kazan taze aşkı.
Cesareti olmayanın, yaşayacak tek bir güzel şeyi yoktur.
Hayal dediğin şey çok istersen varabileceğin bir sondur ve bazen gerçekten bile daha doğrudur.

Bırak deli desinler, sabahın kör saati koşmak için debelendiğini görenler…

Hiç bir şeyi yaşamayı göze alamayanlardır asıl deliler.
Kendini ara göğsüne sığıştırdığın yüreğinde, kulak ver içine düşen seslere, seni varmak istediğin yere sürüklesinler.
Acıyı kucakla, unut sonra bir bardak soğuk suda.

At gitsin kırgınlıkları, kov gitsin seni üzen yaşanmışlıkları, ‘yaşadım’ diyebilmenin en güzel yolu, fırlatıp atmaktır kaygıları.

Serpil, güzelleş, hayatın içine düşme, hayat ol.

Kuş ol, balık ol, beyaz ol, mavi ol… böcek olma…
Herkesin gördüğünü görmeye çalışma.
Kendi gözünün nuru ol.
Herşey geçer her şey biter herşey başlayabilir yeniden,
eğer gerçekten yaşamayı seçersen.

Hadi koş, sıyrıl tembelliğinden.

Yağmur çamur deme, düş bir su birikintisinin içine.
Göreceksin paçana bulaşan leke ne kadar da umut verici, bilirsen çamaşır makinesinde arındırabileceğin gerçeğini.

Ve göreceksin attığın terle yerine gelecek bir bardak suyu içmenin asıl keyfi…

Sibel Bengü

YAZ BANA…

 

 

Yaz bana… Karşından geçen vapuru, başından geçen martıyı,

sağına soluna dokunan insanları yaz…
sokağının kokusunu… evinin kapısını…
iskambiller gibi yıkılmayan duyguların kaynağını…
Kaç güneş uzaktasın bana?
Orası neresi?
 
Herşeyin bir tesadüf olmadığını yaz…
Her giden gelecek olana hazırlar en heybetli kelimelerini,
bazen en süslüsünü bazen de en yitiğini..
Ödülün kime, ölümün kime onu yaz…
Kimleri sevdin kimden sonra yaz…
Hangi şarkıdasın onu yaz…
Orası neresi?

Yosunlu bir kıvamı var gözlerinin, denizden şimdi çıkmış gibisin..

Ne kadar dibe vurdun onu yaz…
Kaç tanker geçti üstünden,
hangisine yenildin hangisine yol verdin onu yaz…
Kokusunu yaz bana derinlerin, küf kokmayan mavisini yaz…
Buruş buruş parmaklarınla yaz bana, kirpiklerinle tuzlu tuzlu yaz…
Hangi balıksın onu yaz…
Orası neresi?
 
Yaşadın mı onu yaz bana, oyalandın mı onu yaz.
Güneşin gözünden çektiği suyu yaz,
için için ağlamalarını yaz,
hangi kaybedişlere yüz verdiğini, hangilerine sırt çevirdiğini…
Sonbaharları yaz bana, hüzün kokan yağmurları..
Kuru sarı kelimelerin yalnızlığını, buğday tarlalarını…
Diline çakılan kelimeleri yaz ..
Sırtında bir hançer nasıl susabildiğini, tenhalığı o vakit nasıl sezebildiğini,
bir tek sevme gücünün seni nasıl yaşatabildiğini… yaz bana…
Senden birşey kaldı mı onu yaz…
Orası neresi?..
 
Yaz bana… Ağaçların gölgesini yaz, dalların yeşilini …
Kaç kalp oydun tenhasına, ağaç ne kadar acıdı onu yaz…
Kaç yıldır uykusuzsun yaz… Kaç yıldır susuzsun yaz…
Sen olmasan’ı yaz, ben olmasam’ı yaz,
bir nefes al çok susadım’ı yaz…
Şurda bir gün dağılmadan, kaybolmadan, birikmeden,
unutmadan, durmadan durmadan yaz.
Kahverengi yeşillenmeleri, ela bakışmaları,
temiz başlangıçları, kulak çınlamalarını,
şarkıların kimi hatırlattığını, en çok kimi aradığını… yaz…
Bir haziran sabahı, gözkapaklarını yakan tuzu,
 üç beş aşklaşmada bulamadığın huzuru yaz…
 
Neresi orası?

De ki; kalın kabuklarımı sıyırdım etimden, ona dokun diye sen…
görmeyeyim diye yokluğunu, unutmaya çalıştım kokunu… onu yaz…
kulaklarım yandı’yı yaz…
gözlerim seyirdi’yi yaz, rüyalarım rahat bırakmıyor’u yaz…yaz…
Çocuksu masallar öfkeye dönüşmeden,
rüyalarda bir atın yelesine gizlenmeden,
gözlerindeki har eksilmeden… yaz …

‘Avuçlarımı sıcak tuttum senin için’i yaz…

 
 
                                                                                                                                                          Sibel BENGÜ

BİR ŞEY VAR…

 
Birşey var… 
Söylenemeyen, anlatılamayan, saklanan… 
Belki sıradan, belki şaşırtan, 
belki koca bir yalan. 
Bir şey var yolculuklara zorlayan… 
Bir mektup, bir alo, bir kısık sese muhtaç kılan… 
Bu havada birşey var, 
eskisinden farklı olan.
Bir şey… 
Ele avuca sığmayan, 
boğazına yumruk tıkayan… 
Gitme demeyen, kalma demeyen, susturan.
Bir şey var havada seni asılı tutan… 
Kalbini bir uçurtmanın ucuna bağlayan, aklını küçük lodoslara salan, ‘
Bu benim’ dedirten, bu ‘ben değilim’ dedirten,
şimdi şurada alnının tam ortasında yanan yanan yanan, sönmeyen…
bir şey var…
Alamadığın, satamadığın, kaçıp kurtulamadığın, durup soluklanamadığın, bir şey…
Sızlatan, acıtan, kanırtan bir kanama…
Güldüren, sevindiren, sindiren bir kavuşma…
Ama bir şey…
Birşeyden herşeye açılan…
herşeyden bir şeye varılamayan, bırakan, yollayan …
Bir şey var havada açıklanamayan…

Ölümden öte yol yok… nedir öyleyse seni durduran?…

Bir tohum bir filize nasıl dönüşürse, nasıl çiçek verirse yediveren …
öyle açmaya meyil verdiğin, ama öyle açmayı bir türlü beceremediğin …
bir şey var havada kestiremediğin.

Bir şey …

tarifi zor, anlaşılacağı şüpheli…
Bir dipsiz kuyu ki inemediğin, bir uzak ülke ki gidemediğin, kaybolduğun, kaybettiğin, yeniden keşfettiğin…
Susuzluğun, doymuşluğun, karda ayak izin, kumdan kulelerin…
Çocukluğun, erginliğin, yetişkinliğin…
Bir şey var havada yetişemediğin…

Yoksa; bütün bu açıklanamayan şeyleri üzerine yıktığımız dünyanın, bize ‘artık yeter’ deme şekli mi ?

Küresel ısınma böyle bir şey mi?
Bu solan yüzlerin, eksik gülüşlerin, gitmelere zorlayan, gelmelerden alıkoyan izahı zor bakışların,
kendini yakıp kül etme cinneti mi?
Küresel ısınma dedikleri şey bir intihar girişimi mi?
Dünya daha ne kadar taşıyabilir bu suskun yüzleri?

Madem aklın koca bir mağara…

bu mağaradan seslenen bir kere de sen olsana…
Bakalım cevap verir mi bu ‘birşey’ sana…
Ne biçimdir bu ‘bir şey’ neye benzer, anlatsana…
Bu kadar ısınırken dünya, niye kalbin hala buzul çağında?
 
Sibel BENGÜ

AZ ŞEKERLİ ÇAY…

Bir öyküsü olmalı seni denize götüren bu sokakların.

Bu sokakların birinde huzurla soluk alıp verdiğin dört duvarın.
Karlı kış akşamlarının soğuğunda seni karşılayan sıcak bir antren olmalı…
Çay suyunun ısıttığı küçücük mutfağın, buzdolabına iliştirilmiş bir kaç güzel fotoğrafın.
Unutmaya kıyamadığın bir aşkı barındıran bakışların…
Olmalı…
Bir öyküsü olmalı seni denize götüren bu sokakların…

Belki ‘sonra ararım’ diye geçiştirdiğin bir geçmişin izlerini yok ediyorsundur şu an.

Belki son bir dalış başlamıştır geçmiş yıllara ve sen durdurmak istedikçe hızla düşüyordur tarih sayfaları.
Sağa sola savurduğun bir ilk gençlik albümü durmaktadır duvara dayalı kitap rafında..
Hiç ummadığın kadar hüzün doludur geceler, yalnızlığın kıvrımlarında.
Bir devrim yapmanın zamanıdır belki şimdi ruhunda.
Belki aniden farkediverirsin sevme anının bıraktığı izleri bir sabah aynaya baktığında…
Neyi isteyip neyi istemediğinin işaretleri birikmiştir çizgi çizgi alnında…
İçeriden bir ses ‘kaç şeker’ der.
Bilmez ki çayı nasıl içersin.
‘mümkünse açık dersin, bir de mavi kulplu bardakta…
bir de…
bir de O getirsin çayı sen getirme …‘
diyemezsin.
az şekerli dersin,
az şekerli…

Duyguların telafisi olmaz.

Onun için çok gitme…
Gideceksen de kaybolmadan dön yine.
Çürümeden tohum toprakta, kavrulmadan çiçek Ağustos sıcağında,
savurmadan dalga devirmeden küçük tekneyi,
havalar soğumadan, kan ter içinde de kalmadan…
Karpuz kabuğu düşmeden denize ve kovulmadan dokuz köyün dokuzundan,
sövmeden önündeki arabaya, sövmeden kadere,
esnemeden az şekerli açık çayın dumanında,
uyanarak güne- şimdiye –geleceğe…
çok geç olmadan…
dön…
Ve bekliyorken O biri,
bir bahar akşamı büyük pencerede..
Ve karışmamışken kokusu başka bir tene…
Ve buyur etmek isterken hala az şekerli çayı özlediğine…
Ve koyamazken kimseyi yerine…
Sakın gitme,
 
sakın gitme…

Sibel Bengü

ÖZGÜRLÜK MÜ YOKSA BİR KAFES Mİ?

Yüzün..

mavi değil hayır… bana kalırsa turuncu…

kafesini arayan kuşlar gibi…

belki de sadece.. üşümüş bir bedenin, iki sıcak parmağın üzerinde durma isteği…
Her teslim oluş, bilinçli bir sığınma isteği değil mi?…

Yüzün…

yüzün mavi değil hayır…

Bu gece İstanbul, evsizlerin sarhoş bakışlarıyla dolu… kaşkoller sallanıyor ev kılıklarından…

Gece serin ve yağmurlu… Sabah olunca ayılacak gökyüzü..

Az önce biri dillendirdi ağırdan ağır dilini ….

-Sen yoksa dedi… -Sen kafesini arayan kuş musun?..

Ya sen dedim…

-Ya sen inancını bir kaşık su da boğan kuşkucu musun?

Güldüm, yürüyüp gittim…

yüzü…

mavi değildi hayır…

Aynı anda gelen şeyler vardır.. Yanyana ama taban tabana zıttıyla gelir…

 Siyah beyazla… Şüphe inançla… Korku cesaretle… Özgürlük esaretle… Aşk teslimiyetle…

 Aynı anda gelirler…

Hepimiz ama hepimiz… O tüyleri ıpıslak, kafesini arayan yorgun kuşlar gibiydik aslında…

Bir kaçmak geliyordu bir koşmak, bir atıvermek kendini denize, soğuğa dayanmak,

sıcağa yayılmak, tembel işi bir rehavet, birden bire susuvermek, birdenbire gülüvermek…

ve sonunda müthiş bir yorgunluk ..

Şimdiden kaçıp, yarın olduğunda düne öykünmek miydi marifet…

Şimdinin büyüsünü bir anlık gafletle kaçırmaktı aslında kendini teslim edememek.

Öfkeyse öfke, ilgiyse ilgi, neyin ortasında ve neye ihtiyacımız olduğunu ifade edememek…

Son nefes dediğimiz şey, belki gözden çıkardığımız ideallerimizin ve isteklerimizin çürüdüğü yerdi..

Hastalıklar, içimizdeki çocuğun şefkat histerisine tutulmuş belirtileriydi…

Oysa sevginin bir zıttı yoktu, nefrete dönüşen sevgi sevgi değildi, hiçbir şey değildi,

sevginin benzeri belki bir aldatmacası, ucuna takılıp gidiverdiğimiz bir yanılsamaydı,

sadece o kadardı ve sadece o kadar olan şeylerden ancak öfke doğardı…

Sevmek su gibiydi, sevmek renksizdi ..

Yüzünü yıkadığında renk verirdi…

Yüzün…mavi değil hayır…

Alıp dalgaları kollarının arasına köpüklenecek değilsin, niye illa maviyle özgürleşesin?…

Ne renksen öyledir gitmenin rengi…

Neye inanmak istiyorduk?

 Belki bize doğru gelen en yalana…

Niçin inanmak istiyorduk kurtarıcımız olduğunu sandığımız şeyin olmayan varlığına?

Kötü belki kötü değildi.. İyi de belki iyi değildi..

Şimdiye bakabilmekti belki, yarının düne öykünmesini hafifletecek tek sebep…

Kimine hızlı kalıyorduk, kimine koşarak yetişemiyorduk…

Kimine derin bir kuyu, kimine deniz oluyorduk…

Nasıl sevdiysek bir öncekinde, tam tersi oluyorduk diğerinde…

Hep iyi değildik, hep kötü de değildik.

Ya nasıl dolduruyorduk içimizdeki boşluğu,

dünde yaşanmış ne varsa tersyüz edip büyük büyük kılıflar örüyorduk,

tek bir merhabanın giydiriveriyorduk üzerine…

Kimileri buna tecrübe diyordu… Sevmenin tecrübesi mi vardı?

Oldurmaya çalışan bir ukalalık ve bir ikna zorunluluğu? …

yoo hayır öyle değil böylenin, siyah değil beyazın, uzun değil kısanın inatlaşmaları?

Belki söylediklerimizden gidiyorduk, belki söyleyemediklerimizden…

gideceğimizi bile bilmeden…

vedasız…

Bu süre içinde kime değdiyse kolumuz, bacağımız, kardeş, dost, komşu, arkadaş kimse artık…

 Hepsinde başka bir renk bırakıyorduk…

Hepsi başka tanıyordu bizi, arkada bizi tanıdığını zanneden bir ‘nasıl bilirdiniz’ cemaati…

İstanbul…

Uçmayı unutturan, uçma isteğini azaltan, bir ‘dur kıpırdama’ şarkısı bırakıyor ağzıma…

Yüzün…

Senle başlayan bir turuncu…Ve senle biten bir durma isteği..

Yüzün…

Mavi değil hayır ..

Kimbilir belki… ‘Kafesin biri, bir kuş aramaya çıkmıştır’ Kafka’nın dediği gibi …

Belki sadece budur…

Ve kuşlar bunun için bu kadar şaşkındır…

 Özgürlük mü, yoksa bir kafes mi?

Sibel Bengü